YAZILAR
MUZAFFER AKYOL’UN MASAL DÜNYASI
Yaşamakta olduğumuz acıtıcı, boğucu, irkiltici,isyan ettirici gerçeklikler dünyasında masala yer olabilir mi?
Buna bağlı olarak şu da sorulabilir: masal gerçeklikten bir kaçış yolu, bir kandırmaca aracı mıdır?
Sözcüksel anlamına baktığımızda, bu soruları,evet, öyledir diye yanıtlamamız gerekiyor...
Öyleyse Muzaffer Akyol’un Asmalımescit’teki Müze evini gezerken, tablolarına bakarken, kendimi bir masal dünyası içinde hissetmemi, fakat aynı zamanda da gerçekliğin tam içinde olduğum duygusunu nasıl açıklamalı?
Müzeleri, sergileri, sanat evlerini gezerken, her zaman az çok bir masal ortamında gibiyizdir.
Sanat bizi dışarıdaki dünyadan koparmış, kendi dünyasının içine almıştır.
Böyle bir mekândan her çıkışımızda da dış gerçeklik şu ya da bu biçimde yüzümüze çarpar ve bir süre iki farklı dünya arasında kaldığımızı duyumsarız.
Konusu ve biçemi ne olursa olsun sanatın az ya da çok ama her zaman masalsı dünyasıyla, dış gerçekliğin düz, sıradan dünyası arasındaki çatışkıdır bu...
Muzaffer Akyol’un müze evinde ve orada gördüğümüz resimlerde, bizi bir masal duygusuyla kuşatan şey ne olabilir?
Paris’te yıllar önce Gustav Moreau’nun müze evinde benzer bir duygu yaşamıştım.
Fakat hem evdeki, hem resimlerdeki masalsılıkta karanlık, neredeyse ürkütücü bir şey vardı...
Moreau’nun simgeleri belli ki bilinç altının karanlık diplerinden, yine aynı nitelikteki efsanelerden geliyordu...
Muzaffer Akyol için de bir yanıyla simgeci bir ressam denebilir.
Fakat o simgelerini aydınlıklardan, açık ve uyanık bir bilinçten, Anadolu’nun eski ve yeni bereket ve emek söylencelerinden, daha güzel bir yaşama olan özleminin yaratıcı güçlerinden alıyor.
Bu aydınlık enerji, kuşkusuz, tabloların sergilendiği müze evin her köşesinde de duyumsanıyor.
Örneğin, çok belli ki bir antikacıda, belki bir halk pazarında görülüp satın alınmış, kim bilir ne güçlükle müze eve taşındıktan sonra üzeri bir tuvalmişçesine renk renk resimlerle bezenmiş devasa bir ahşap kapının dibinde hasır bir iskemleye oturup bir kahve içmek isteği uyanıyor içinizde...
Masalın içinde buram buram gerçekliğin tüttüğü bir ortamdasınız çünkü...
Hem de en acıtıcı yanlarıyla...
Çünkü bu kapılardan birine işlenmiş olan resimler, Gezi Direnişi günlerinin genç şehitlerinin portreleridir...
Fakat bu genç yüzler oradan, ölümün solgunluğuyla değil, gerçek yaşamda olabileceğinden daha canlı bir parıltıyla, umutla bakıyorlar dünyaya...
Masalın ve gerçekliğin birlikteliği derken, biraz da böyle bir şeylerdir düşündüğüm.
Sanat bir masal dünyasıyla kuşatırken, gerçekliğin tek düze sıradanlığının aşılmasını da sağlar çünkü.
Bu yaşamın masalsılığının, biricikliğinin, eşsiz tatlarının, renklerinin daha iyi, daha güçlü, daha doğru duyumsanmasına yardım eder...
Ve onu çirkinliğin, zalimliğin, adaletsizliğin dünyası olmaktan kurtarma savaşımında, güçlerimizi yeniler, ışıldatır, yepyeni renklerle, ışıklarla donatır.
Bedri Rahmi’lerden günümüze Karadeniz’imizin ışık ve renk dünyasının sanatımıza kazandırdığı seçkin ressamlardan Muzaffer Akyol dostumun bugünün ve geleceğin kuşaklarına armağan ettiği müze evinin, resimlerinin ve sohbetinin bende uyandırdığı duygular tam olarak bunlardır...