MUZAFFER AKYOL

Muzaffer Akyol'un İmzası

YAZILAR

AKYOL’UN MAVİ YOLLARI

Muzaffer Akyol’un sanatıyla çok geç tanıştım. Hayıflanmamak elde değil. 1969’dan bu yana kırkı aşkın kişisel sergi açmış: Çoğu İstanbul’da, birkaçı Ankara’da ve Trabzon’da, birkaçı da yurt dışında. Ben hiçbirini izleyemedim. Nelerden yoksun kaldığımın bilincine yeni vardım.

Akyol’un sanat yolunu izleyebilmiş olsaydım, sergilerini gezseydim, hiç değilse kitapları ve katalogları elime geçseydi, ne güzelliklere kavuşacaktım:

Mavinin yaşamı benim olacaktı ve tuvallerdeki gökkuşağı...

Canevimde aşkın kuşları uçuşacaktı, ötüşecekti.

Bu coşkulu yapıtlardaki musikiyi ve mistik ruhu yaşamış olacaktım.

Mutluluğun resminin nasıl yapıldığını anlayacaktım.

“Cilvenaz”da kadınla kuşun erotik bileşiminin heyecanını yaşayacaktım.

Çirkinlik simgesi kurbağanın bile bu büyülü fırçayla nasıl güzelleştiğini görecektim.

Sevda bir başka bahara kalmayacaktı artık.

Aşkın sihirli kanat sesleri dolduracaktı gönlümü...

Kadının, kedinin, çocuğun aydınlık mitolojisiyle içli dışlı olacaktım.

Pişmanlıkların enfes bir rüya olabileceğini öğrenecektim.

Doğanın gerçek sahiplerinin cıvıltısını duyacaktım.

Bir hüzünlü kızla birlikte avucumda taşıyacaktım yaşamın uzak umutlarını...

Gizlerin dansı ve gizemin ilahiliği benim olacaktı.

Boşluğa nutuk atan kurbağaya candan gülecektim.

Koyuların başka ressamlar tarafından bilinmeyen, bulunmayan ufukları olduğunu keşfedecektim.

Bağbozumları, sevdalarımı üşütür gibi görünürken ısıtacaktı.

Fakir Kraliçenin Garip Dostluklarıyla Akşam Muhabbetlerini özleyecektim.

Kelebeklerin bilgeliği gözlerimi kamaştıracaktı ilk kez.

Yağmur sonrasında şeytan sofrası doyuracaktı beni bir Zekeriya sofrası gibi...

Seyyah kirpinin doğal özlemi zenginleştirecekti benim geziler dünyamı...

Hayal Gemisinin üzerinde buluşup geçecekti Sevdalı Kuşlar benimle...

Dolunayın Masallarını dinleyecektim can kulağımda ve ürperecektim.

Teknenin Ölümüne ağıt yakacaktım Zümrüdüanka ile birlikte...

Adem’den yaşlı bir demokrasi balığının gençliği, güzelliği sarsacaktı beni.

Dengesizlik içinde dengeler yaratan Akyol’un sık sık Chagall’ın üstünde uçtuğunu görecektim.

Düşteki aşk muhabbetinin ve duygu ağacının bahara hasretliğinin böyle rengarenk olduğunu ilk kez yaşayacaktım.

Kosova’dan kopan çığlık yüreğimin kubbesinde yankılanacaktı hıçkırıklarla...

Sevda Tepesinden Bilgiç Geceye Yolculuğun bir dünya cenneti yarattığını özümseyecekti gözlerim.

Şeytan sofrasında denize arya söyleyen kimsesizlerin kendi görkemli şölenine buyur edilecektim.

Düşle gerçek arasında incecik çizgideki Sevdalı Kadına derinden aşık olacaktım.

Mevlana’nın aşk rubaisindeki bir imge yeniden doğacaktı ruhuma: “Aşk günü, gök binlerce çiçekle şarkılar dökmekte.”

Huzur bu kadar canlı, coşku bu kadar dingin olabilirmiş, Akyol’un evreninde sezecektim onu.

Resim sanatının bayağılığa kaçmadan nasıl lirik olduğunun güçlü kanıtlarını bulacaktım.

Düşsel Senfoni’yi dinlerken Beyazlı Kadın’a asil bir aşk duyacaktım.

Muzaffer Akyol, ressamlarımızın en edebi olanlarından. Yapıtlarına koyduğu isimlerde şairleri kıskandıracak bir şiirsellik var. Onun sanatını dile getirmenin belki de en etkili yolu, kendi verdiği tanımları çağrıştırmak.

Akyol, “mavi gecelerin günlüğü”nü tutarken bir “müzik ışık senfonisi” yaratıyor. Onda “herşey maviyi yaşıyor”, elbette umutlar da masmavi… Hepsinin ötesinde, Akyol “renk ve ışığın sonsuzluğa yolculuğu”nda...

Artık, onyıllar süren bir gecikmeyle de olsa, Akyol’un yollarını keşfettim ya. Hep heyecanla bekleyeceğim yeni eserlerini,

“Umutlu bekleyişin ışıklı izdüşümü” olacak bu.

Prof. Talat Sait Halman, 2002