MUZAFFER AKYOL

Muzaffer Akyol'un İmzası

YAZILAR

MUZAFFER AKYOL’U BÜYÜLEYEN NAR SİMGESİ VE CAN ŞÖLENİ

Muzaffer, köy kökenli-akademili bir ressamdır; onun resim serüveni, bu ikilemi kendisi için nasıl zenginleştirici bir senteze dönüştürdüğünün öyküsüdür. Çocukluğunda doğup büyüdüğü Karadeniz coğrafyasından, halkından, folklorundan etkilendiği gibi; Sabahattin Eyüboğlu’nun Azra Erhat ve Halikarnas Balıkçısı’yla birlikte oluşturduğu Anadolu hümanizmi düşüncesinden, Bedri Rahmi Eyüboğlu ekolünden de etkilenir. Pagan kültürde yüceltilen doğa-ana tapımını, paganizmin devamı sayabileceğimiz ilk Hristiyanlık düşüncesini ve Alevi/Bektaşi tasavvufu ağırlıklı İslamı içinde barındıran Anadolu halk kültürünü çağdaş yorumla birleştirerek, resimlerine yansıyan anlayışı temellendirmiş, simgelerin birbirini gösterdiği bütünlüklü, anlamlı dünyasıyla özgül resim dilini oluşturmuştur. Eski toplumların, uzak coğrafyalardaki halkların ya da Anadolu ozanlarının şiirinde karşımıza çıkan bütün canlıların kardeşliği, dünya nimetlerinin herkese yeteceği yolundaki anlayış Muzaffer’in resimlerinde bir kez daha belirmektedir. İlkbahar cümbüşlerini gösterdiği; doğaya bizi besleyen toprak ana, bereket tanrıçası kimliği verdiği Kutsal Doğa (1983), Tanrıça Demeter’le Son Görüşme (2002) vb. günümüzü mitsel zamanlarla birleştirdiği resimlerinde ise; Anadolu’nun binlerce yıllık coşkulu, yaşam sevinciyle dolu renklerin cıvıl cıvıl kaynaştığı Akdeniz ruhunu, coğrafyasını yansıtmada başarılıdır asıl.

Bereketli Topraklar (2001), Doğanın Şiiri ve Tanrısal Ayin (2001), Toprağın Bereketine Saygı (2001) vb. resimlerinden yansıyan imgelem, eski “ilkbaharı karşılama cümbüşleri”ne bir gönderme yapar. Onları anlatmaya geçmeden önce aynı konuda Batı’daki örneklere kısaca göz atalım: Londra’da National Gallery’nin Sainsbury bölümünde sergilenen, Piero di Casimo’nun İlkbahar Şenliği resminde kadınlara tecavüz eden, yağmalayan erkeklere, kentorlara, sofrada dökülen içkilere, saçılan yiyeceklere yer verilir. İskender’in ordusu ya da Roma ordusu sefere giderken yolu üzerindeki tanrıça tapınaklarının rahibeleri benzer uygulamayla karşılaşırlar. Euripides’in Bakkhalar adlı oyununda -Atinalı seçkin erkek gözüyle- yorumladığı İlkbahar Cümbüşü’nde, korkunç derecede şiddet gösterenler ise, kuttörene katılan mitsel kadınların ta kendisidir. Batı’da dine, felsefeye ve sanata yansıyan da bu görüştür. Akyol’da aynı konu, yağmadan, şiddetten uzak, Anadolu aşık/ozan geleneğine özgü saygılı ve coşkulu bir kendinden geçmeyle yansıtılır; doğanın bereketi bütün canlılar için istenir, evrendeki birlik vurgulanır.

‘Birlik’ olgusu ilk olarak mitsel anlatılarda tanrıça-doğa-insan bütünlüğüyle başlar. Muzaffer’de de insan, hayvan, bitki, dağ, tanrı, gök birbirine dönüşür metaforlarla ve aynı bütünün parçası olarak görülür. Mitlerde insanın çoğalması ile öteki varlıkların çoğalması birbirinden ayrılmaz. Tanrıçalar önceleri dünyadaki dağları, denizleri, varlıkları doğurarak yaratırlar. Doğuma Ramak Kala Umut’um (1978) resminde doğum yapan anne de böyle bir doğurmayı temsil eder gibidir. Yuvarlak karnı üzerinde benekler, karaların ve suların işaretlendiği bir dünya yuvarını, yanı sıra gebe ineğin ya da bir başka dört bacaklı hayvanın (ki hemen her coğrafyada inek, geyik, at gibi totemler vardır) gövdesindeki benekleri; alt kısmındaki imge ise tomurcuksu bir bükülmeyle dünyaya gelmek üzere olan masum varlığı çağrıştırır. O nedenle bu, sıradan bir doğum sahnesi değil, oğlu “Umut”un doğumunda bütün doğumları içine alan ve yücelten kozmik bir doğum olgusunu, yenilenmedeki büyüleyiciliği ressamın anlatış biçimidir.

Doğuran Datça'ya’Bereket’te (2000) doğuran doğadır. Doğurganlık ve Günah Keçisi (1989) adlı resimde Muzaffer evrendeki çoğalma dürtüsündeki saflık ile insandaki kösnüllüğün şeytani buluşması arasındaki çelişkiyi işaret eder. Doğuranlar ve Beyaz Kuş (1992) adlı resimde doğurma kavramıyla birleştirenler narlardır. “Birken bin tane” olandır nar. Heykel ve kabartmalarda önceleri tanrıçanın elindedir (Geç Hitit dönemi Kupaba kabartmasında). Nar mitsel dilde aylık kanamayı, kozmik tanrıçanın rahmindeki birbirinden ayrışmayan dölütleri/ürünleri ve onların birliğini, onların aracılığıyla evrendeki birliği anlatır. Muzaffer Akyol’un resimlerinde de, nar kadına ilişkinse bunları (Kadına ve Evrensel Hümanizmaya Saygı, 2001), erkeğe ilişkinse daha çok beyindeki zihinsel çoğalmayı temsil eder. Muzaffer iki tür çoğalma (aşk/gönül, bilgi/bilgelik gibi soyut çoğalma ve canlılarda türün devamına ilişkin çoğalma) karşısında büyülenmiş gibidir. İki tür çoğalma da birer “can şöleni” olarak görülmektedir.

Can Yücel Şiir Okuyor, Sövüyor (2000) adlı resimde, şair, gökyüzünde asılı duran narla; şiirleri, sövgüleri ise ondan saçılan tanelerle ifade edilir. Tıpkı Sokrates’in (bence) ebe olan annesinden etkilenerek bulduğu “kafadan doğum” (mayötik) kavramını; insanın kafasının içindeki düşüncenin diyalog yöntemiyle dışarı çıkartılması biçiminde bir entelektüel edimle bağıntılaması gibi. “Bedenlerinde bereket taşıyanlar daha çok kadınlardan yangider; onların sevme yolu, çocuk üreterek ölümsüzlüğü sağlamaktır. Adlarını yaşatarak gelecek bütün zamanlar boyunca mutluluğa ereceklerini sanırlar. Ama canlarında bereket olanlara gelince; çünkü böyleleri de var – onlar bedenden çok daha bol verirler can ürünlerini. Nedir can ürünleri? Düşünce ve daha ne varsa.” Bu sözleri Platon (Şölen 209a) bir ıssız tapınağın başrahibesi olan Diotima’ya atfen Sokrates’in ağzından söyletmektedir. Om mani padme bum (mücevher lotusun içindedir) diyen Hint tanrısal sözü -narı çağrıştırırcasına- hem rahimdeki dölüte, hem de kafanın içindeki “bilgece “söz”e gönderme yapar. Bu noktaya nasıl gelindi? Tarım üretimini başlatan kadınlar ‘üreme ve üretime’ ilişkin fenomenlerle kendi cinslerini yücelten bir dili yarattılar. Devletin ve ordunun ortaya çıkmasından, üretim güçlerinin erkeklerin eline geçmesinden sonra, kadın diline yanıt olarak erkek tanrıdaki entelektüel çoğalmaya ilişkin fenomenler – dil ortaya çıkarıldı. Böylece tanrıcı toplumlardaki zeka, konuşma, hikmet tanrıçalarının yerini bilgili/bilge tanrı ya da krallar aldı ve doğum fenomeni geriledi. Budizm’de yumurtanın tavuktan çıkması bedensel çoğalmaya (ilk doğum), yumurtadan civcivin çıkması (ikinci doğum) zihinsel çoğalmaya işaret eder.

Tasavvufta insan önce bedenle, sonra nefesle (ilahi, söz) doğar; asıl doğum nefesle olandır. Erkekler kadındaki doğuma yanıt aradıkça kendi kafalarının içindeki zihinsel yaratılar üzerine yoğunlaşmışlar ve “initiation”u (erginleme töreniyle sağlanan bir tür ikinci doğum) bulmuşlardır. Ne yazık ki, kadın tapımlarındaki zihin ve onlara yanıt veren erkek dünya görüşü hiç irdelenmediği için, yok sayılmış bir konudur bu. Selçuklu dönemine geldiğimizde Mevlana’da da Fihi Ma-fih’le, yani “içindeki içindedir”, anlamındaki sözle “ışık perdesi”nin (görünenin) altındaki karanlık “mana” (gönüle ilişkin zihinsel yaratılar) anlatılmak istenmiştir.

Konya Karatay Müzesi’nde sergilenen, Kubadabad Sarayı’ndan gelme “elinde nar tutan erkek” figürlü çini pano 1236 tarihinde yapılmış Selçuklu ve beylikler döneminde narı erkek kahramanla ilişkilendiren başka betimler de var. Bu örneklerde nar imgesi, (birbirinden ayrışmayan) gönül ve bilgi bereketinin sahibi genç erkek kahramanı gösterir. O dönemin dünya görüşünde gönül ve bilgi bereket önemliydi, aynı şekilde mimariye şiirli yumuşaklığı veren o düşünceydi. Eski kadın tapınaklarında başlayan ve erkek egemen pagan tapımlarında da süren görüşler hiçbir zaman kesilmedi, onlar kimlik değiştirerek sürdüler ve bugün de sanatçıların yapıtlarında çağdaş bir dille birleşip sürüyorlar. Muzaffer’deki nar simgesi, aynı yorumun devamıdır. Nar yanan, sönmeyen, büyüyen ateşle de ilişkilidir ve “söz”ün / “nefes”in kesintiye uğratılmayacağı inancını yansıtır.

Muzaffer, Beynini Sırtında Taşıyan Bilim Adamı (1989) adlı resminde beyni de narla temsil eder. Narın içteki açık sarı zarla bölümlenen kütlesi; beynin lobcuklarını, oylumlarını çağrıştırabilir. Muzaffer’in resimlerinde betimlediği bazı şairler içinde en çok yer alan Can Yücel “Enel hak” diyen Hallac-ı Mansur’u, Hacı Bektaş’ı, Yunus’u temsil eder; her anlamda değilse bile, Shakespeare’in Bahar Noktası’ndaki (Türkçeleştiren: Can Yücel) satirik ve alaycı bilge Barbaron’a yakındır (Can Baba Datça’yı Seyrediyor, 1999). Muzaffer’in resimlerinde yer alan bilge Knidos Kralı’nın da devamıdır sanki ozanımız. Datça’da Can Dağında Can Şöleni (2001) resminde Can Yücel dağa dönüşmüştür ve üzerine kuşlar, narlar yağmaktadır.

Eğer sanatçı fenomenlerin binlerce yıl süren simgesel anlatımına çıkan yolu, “kendiliğindenlik”le bulduysa, günümüze dönüştürdüyse… o nedir, diye düşünmeye değer.

Yıldız Cıbıroğlu, 2007